|
|
|
BAŞBUĞ ALPARSLAN TÜRKEŞ Başbuğ'dan Türkçülük ve Türk Birliği... Üzerinde iftiralarla, yalan ve yanlışlarla dolu münakaşalar yaparak, fikir yürütmek, bilhassa 1944 ve daha sonraki yıllarda kötü bir adet haline getirilmiş olan Türkçülük ve Türk Birliği Ülküsü hakkında, bir inceleme yapmanın zamanı çoktan gelmiştir. Türkçülüğün ve Türk birliği ülküsünün, bir cürüm olarak kabul edilmesinden ve bu yolda büyük propagandalara girişilmesinden sonra, Türkiye' de Türk olmak ve Türkçülükten bahsemek bile korkulacak hal olmuştu. Tanrı' ya şükürler olsun ki, 14 Mayıs 1950' de Türk Milleti' nin vermiş olduğu şanlı bir kararlı, meş' um tek parti zihniyeti yıkılmış ve Türkçülüğün ufku yeniden aydınlanmıştır. Türkçülük ne demektir diye bir soru sorduğumuz zaman, hatırımıza gelmesi gerekli olan şeyler bugün herkese göre değişmektir. Çok muhtemeldir ki böyle bir soru karşısında bazı kimseler koyu bir gafletin ve adi bir menfaat taassubunun tahrikleri ile yaatılan propagandalarının tesiri altında Faşizmi düşünecek, diğer bazı kimseler de bunu ifade ettiği manadan büsbütün habersiz görünecektir. Hele gençlerin çoğunun, buna ait esaslı hiçbirşey bilmediği hakikatı önemle ele alınacak bir olaydır. Bununla ilgili acı bir misali burada söylemeden geçemeyeceğim. 1948 yılında Amerika' da iken genç bir arkadaşım birgün okul kütüphanesinde "ENSİLOPEDY BRİTANİCA" yı karıştırırken "Türk" kelimesinin karşısındaki izahı da okumuş ve orada "Türkçülük denilen şovenizm ile Türkler' in, yurtlarında eskidenberi yaşamakta olan Türk olmayan unsurları gücendirerek kendilerine düşman ettiğini, bu yüzden bu yabancı unsurlarda da milli duyguların uyanarak geliştiğinin" yazılı bulunduğunu görmüş. Bu hususa ait hiçbir bilgisi olmayan bu genç Türk çocuğu yukarıda bahsi geçen ifadelere inanmaktan da kendini alamamıştı. "Nasıl olur" diyordu. "İlim yetkisi, dünyaca tanınmış bir ansiklopedinin yazdığı şeyler yanlış olur mu?" Bu sebepten benimle bir hayli münakaşalara da girişti. Fakat neticede, Türkçülüğün, hıristiyan ve müslüman bütün yabancı unsurların Türkler' e karşı gösterdikleri sistemli ve nankörce bir düşmanlıktan ve hıyanetten dolayı, Türkler' in kendi varlıklarını korumak kaygısından doğduğunu anlayarak kanaatini değiştirmiştir. İşte, yukarıdaki sebeplerden ötürü Türkçülüğün ne gibi bir mana ifade ettiğini ve doğuş sebeplerini kısaca izaha çalışmak faydalı olacaktır sanıyorum. Osmanlı tarihinde şöyle üstünkörü bir göz atıldığı taktirde dahi görülür ki, hiçbir zaman devletin siyasetinde ve Türk sosyal hayatında şovenizme varan bir milliyetçilik hakim olmamıştır. Değil yalnız küçük memuriyetlere, sadrazamlık gibi en yüksek makamlara bile her soydan insanlar getirilmiştir. Tanzimat' a kadar yurt içerisinde diğer dinlere ve milliyetlere karşı, o devirlerde hiçbir memlekette bulunmayan ve aşırı sayılabilecek olan bir müsamaha ile malul koyu bir İslamcılık hakim olmuştur. Müslümanlığı benimsemekle o kadar ileri gidilmiştir ki, bu yüzden Suriye ve Irak' ta hatta Filistin ve Mısır' da sayısı milyonları aşan Türk halkı araplaşarak, yavaş yavaş eriyerek kayboldu. Türkçe her tarafta ihmal edilerek arapça ve farsça kelimeler kullanmak mukaddes bir moda ve zevk haline geldi. Tanzimat' tan sonra ise, İslamcılığın yanında ortaya resmen bir Osmanlıcılık fikri çıktı. Bu fikir, çeşitli din ve milliyet taşıyan unsurların haritasından ortaya bir Osmanlı milleti çıkarmak hayali idi. İşte bu kakikatlar karşısında, Türk Milleti' nin şövenliğinden bahsetmek, ilmin gerektirdiği tarafsızlığa sırt çevirerek, adi bir garazkarlığın esiri olmaktan başka bir şey sayılmaz. Türkler ancak, gösterdikleri sonsuz müsamahalardan ve lütuflardan sonra gördükleri sistemli düşmanlık ve hıyanetlere karşı bir reaksiyon göstermek zorunda kalmışlardır. Türkçülük ve Türk milliyetçiliği, yunan, bulgar, sırp, ermeni, arnavut, arap ve diğer unsurların milliyetçilik ve ayrılık duyngularının tesiri altında, bir nefis koruması gayesi ile meydana gelmiş ve hiç bir zaman haksız ve tecavüzkar olmamıştır. Türkçülük, Türk Millet' nin, ilim, sanat, ziraat, iktisat, kültür ve diğer her alanda, milli gelenek ve milli bünyeye uygun bir şekilde kalkındırılması içte ve dışta her çeşit saldırgınlıklara karşı korunarak hür ve müstakil olarak yaşatılmasını hedef tutan bir ülküdür. Böyle bir ülkü, her milletin kendisi için mukaddes bir hak olduğu gibi Türk Millet için ve onu teşkil eden her fert için de en mukaddes ve en tabii bir hakkıdır. Türkçülüğü, her ne sebeple olursa olsun, şu veya bu şekilde iftira ve ithamlar altında bırakmağa kalkışmak ise, bunu yapanların en hafif bir tabirle iyi niyetinden ve Türk Milleti' ne olan sevgisinden şüphe etmeği gerektirir. Türk birliği ülküsü, yer yüzündeki bütün Türkler'in bir millet ve bir devlet halinde, bir bayrak altında toplanması ülküsüdür. Bunu tahakkuku, bazı kimselere ilk bakışta imkansız gibi görülebilir. Bir çok kimseler bunu zararlı bir hayal (ütopi) olarak da vasıflandırılabilir. Fakat unutmamak lazımdır ki, her hakikat önce bir hayal ile başlar. Yine hatırlamak gerektir ki, 1919 yılında hür ve müstakil bir Türkiye kurmak için Anadolu' da dünyanın galiplerine karşı savaşa girişmek de çılgınlık ve hayal diye vasıflandırılmıştı. Fakat inanmış ve kendilerini bir ülkeye vermiş olanlar, yurdu kurtarmaya ve müstakil bir Türkiye meydana getirmeye muvaffak oldular. Türk birliği de sistemli çalışmak, fırsat kollamak ve her şeyden önce Türkiye' yi korumak ve yükseltmeye çalışmak suretiyle bir gün elbet hakikat olacaktır. Zaman zaman, hasis ve sinsi emellerin esiri bulunan bazı kimseler, bunu Türkiye' yi hemen Rusya'ya ve Türkler'in yaşamakta oldukları diğer memleketlere taarruza ve harbe sürükleyecek bir macera fikri olarak göstermeye yeltendiler. Türk birliği fikrini güdenleri, Türkiye' yi kudreti dışında işlere sokarak felakete yuvarlamak ve "Memleketi yıkmak için birebir çareyi" bulmuş olmakla itham ederek haklarında her çeşit iftira, hakaret ülküsünü taşıyan, iman sahibi insanlar, Türk Milleti' nin sahip olduğu kudret ve imkanları gayet iyi hesaplayabilen kimselerdi. Sahip oldukları milli şuur, fikir ve ilim kabiliyetleri, Türk Milleti' ni her türlü maceralardan korumak gerektiğini bilmelerine imkan sağlayacak durumda idi. Bunların hiç birisi memleketin harbe sürüklenmesini ve bugünkü sınırlar dışında mevsimsiz olarak gayretler sarfedilmesini istemek şöyle dursun hatırından bile geçirmiyordu. Türk Birliği fikrini güdenlerin ülküsü: 1- Önce her türlü insanlık haklarından mahrum edilmiş bulunan ve işkence ile imhasına çalışılan esir Türklerin propaganda yolu ile haklarını korumak. 2- Diplomasi yolları ile bunlara her çeşit yardımı sağlamaya çalışmak. 3- Arada, imkan nispetinde kültür birliği kurmaya çalışmak ve bunu kuvvetlendirmek. 4- Esir bulunan Türk yurtlarının ayrı ayrı istiklal kazanarak, hür milletler topluluğu içinde layık oldukları yerleri almalarını sağlamaya çalışmak. 5- Esir bulundukları ülkelerden, mülteci ve mucahir olarak gelenleri sıcak bir ilgi ile karşılayıp her çeşit kabil olan yakın hedeflere ulaşmaya çalışmaktan ibarettir. Bundan başka uzak bir hedef olarak da bağımsızlıklarını alacak Türk ülkelerinin ilerde aralarında sağlam bir kültür birliği kurduktan sonra beraberce verecekleri bir kararla, büyük bir Türk birliği meydana getirmeleri dileği gelmekle idi. Şimdi bu düşüncelerde, Türk Milleti için acaba ne gibi zarar bulabiliriz? Kanaatimizce hiç bir zarar bulunamaz. Aksine olarak çok büyük faydalar vardır. Böyle bir ülkü, halka ve bilhassa gençliğin heyecan ve hız kaynağı olur ve Türkiye' nin kalkınması için daha çok çalışmayı sağlar. Sonra ruslar, "Panslavizm" İslav Birliği, almanlar pancermenizm" (Cermen Birliği), araplar; arapbirliği, yahudiler; yahudi birliği, yunanlılar; enosis," diye Kıbrısı istyerek yunan birliği peşinde koşarlarken, bulgarlar, bulgar, bulgar birliği diye makedonya ve Trakya üzerinde boş iddialarda bulunurken Türklerin 350 milyonluk kendi öz kardeşleri arasında bir birlik kurmak istemeleri neden günah sayılıyor? Her millet için milli birlik kurmak mukaddes bir hak kabul edildiği halde, bu hak neden Türkler için tanınmasın? Hele bu mukaddes hak ve dilek neden Türkiye' de suç ve cürüm olarak karşılanıyor? Ve neden bu fikrin sahipleri 1944 yılında en ağır hareketlere ve işkencelere uğratıldı? İnsaniyetçilik ve insan haklarına hürmetle kendilerini ön safta göstermeye yeltenmiş olan o meşhur... Türkçülük düşmanları için her çeşit insan haklarından mahrum yaşayan milyonlarca Türk' e insan gibi yaşamak hakkı sağlamayı dilemek, nedencürüm sayılıyor? Türklerin yaşadığı ve Türk bayrağının şerefle dalgalandığı bu topraklarda kalpleri Türklük için çarpan kimseleri, birtakım bedbahtar, türlü iftira ve hareketler tertipleyerek, moskova' ya jurnal eder mahiyette ve kendilerini buna muhalif göstererek moskofların hayrını dileyen kimseler olarak belirten ithamlarla nasıl oluyorda fesat tertip edebiliyorlar? Fakat bunların hepsi boşuna gayret oldu efendiler! boşuna gayret. Moskoflara yaranmak mümkün değildir. Ne Türkçüleri ezmeye kalkmakla, ne yüzlerce Türk mültecisini insanlık duygularına ve devletler hukuku kaidelerine aykırı olarak öldüreceklerini bile bile moskoflara geri vermekle yaranmak kabil olmadı. Biz Türkbirliği ülküsünü yine şanlı bir bayrak gibi göklere yükselterek taşıyoruz. Bu ülkü her zamandan ziyade, bugün Türk milleti tarafından daha önemle anlaşılmaktadır. Moskoflarla çarpışmamız kaçınılmaz bir kaderdir. Onların doymak bilmez hırsları, kendi başlarını yiyecektir. Girişeceğimiz savaşta onları mutlaka yeneceğiz. Çünkü biz hakkı ve insanlığı müdafaa edeceğiz. Çünkü biz Türklüğün ezeli ve ebedi hakları için döğüşeceğiz. Çünkü biz "YA İSTİKLAL YA ÖLÜM" parolası ile çarpışacağız.. Başbuğ Alparslan Türkeş'in hayatı Göç ... Kutludağ'ı çaldırdığımız günden beri âdeta Türk'ün mukadderatı olan göç... Milletimizin yetiştirdiği son Başbuğ'un hayat hikâyesinin başlangıcında da göç var. Yıl 1860 Orta Anadolu'da, Kayseri'nin, Pınarbaşı İlçesi'nin Yukarı Köşkerli Köyü'nde meskun Avşar Obalarından Koyunoğlu ailesi bir toprak meselesi yüzünden kavgaya girişince Sultan Abdülaziz'in fermanıyla Kıbrıs'a sürgün edilir. Yıl 1917 Kasım ayının 25'i, öğle vakti, yer, Lefkoşe, Haydarpaşa Mahallesi Kirlizâde sokağı 13 numaralı mütevazı evde, Kıbrıs'a yerleşen Koyunoğlu soyuna mensup Tuzlalı Ahmet Hamdi Bey ve eşi Fatma Zehra Hanım'ın Ali Arslan adını verdikleri oğulları dünyaya gelir. Yıl 1921 4 yıl 4 ay 4 günlük Ali Arslan, annesi tarafından yıkanır, yeni elbiseler giydirilir ve devrin âdetince fesi mücevherler ile süslenerek Sarayönü İlkokulu'na (Sıbyan Mektebi) gönderilir. Sarıklı ve mübarek bir Osmanlı uleması olan Hoca Efendi'nin dizi dibine çöken Ali Arslan'ın ağzından çıkan ilk söz bir "Besmele"dir. "Ey Rahman ve Rahim olan Allah'ım, annem beni yetiştirdi bu mektebe yolladı, okuyup yetişip, milletime hizmet etmek istiyorum" dermişcesine bir "Besmele"dir, Ali Arslan'ın ağzından dökülen... Birbirinin ardı sıra gelen İlkokul ve Rüştiye yılları ve herbiri birbirinden daha değerli Hüsnü Bey, Selahattin Bey, Mehmet Asım Bey, Ragıp Tüzün Bey, Turgut Bey, Osman Zeki Bey ve Faiz Kaymak gibi Türklük ve Türkçülük şuuruyla bilenmiş birer hançer olan hocalarından feyz alır. Onlar Ona müfredatla beraber Kıbrıs Türklerinin yalnız olmadığını Devlet-i Âli Osman bakıyesi hür ve müstakil Türkiye'nin yanısıra yeryüzünde kendileri gibi bahtsız esaret altında milyonlarca Türk olduğunu da öğretirler. Dahası Osman Zeki Bey, Ali Arslan'ın adını âdeta senin adın "Alparslan olsun" ve "Sultan Alparslan'a denk bir yiğit Türk ol", diyerek değiştirir. Küçük Alparslan'ın doğup, yetiştiği o yıllarda, Piyale Paşa yadigârı Kıbrıs, sevgili Yeşiladamızın tamamı İngiliz İşgali altındadır ve Türk'ün istiklâlini kaybetmesinin ne demek olduğu Onun ruhunun derinliklerine şuurunun uyanmağa başladığı günden, çocukluk yıllarının başlangıcından başlayarak siner. O her gece Türkiye'ye gidip asker olmayı ve gelip ata-baba ocağını kurtarmanın düşüyle uyur, uyanır. Yıl 1933 Alparslan'ın artık işgal altında, esaret altında yaşamağa dayanacak gücü kalmamıştır. Babası Ahmet Hamdi Bey'i ve Annesi Fatma Zehra Hanım'ı ikna eder, aile mallarını satıp savar yanlarında oğulları Alparslan ve kızları Dervişe olduğu halde, ak toprakların, hür toprakların, Türk'ün Türk olduğundan utanmadığı, boynunun eğik olmadığı toprakların, anavatanın, Türkiye'nin yoluna düşerler; Viyana vapuru ile ver elini İstanbul... Ailesi İstanbul'a yerleşince Alparslan'ın ilk işi Kuleli Askeri Lisesi'ne kayıt olmak olur. Artık O yüreğinin Onu çağırdığı yerde ve düşlerinin peşindedir. O düşlerini düşleyen başkaları da vardır İstanbul'da... Derlenip toparlanmışlar, Türklük, Türkçülük ülküsünün O bir daha hiç inmeyecek olan bayrağını açmışlardır. O yüce Dilek, O aziz Ülkü, O muhteşem düşler, özellikle, bir Ülkü devi olan Atsız Hoca'nın canevinde, ocağında pişer ve sohbetlerle, şiirlerle, dergilerle, romanlarla mektuplarla Türk aydınlarının gönlüne cemre cemre düşmekte ve yayılmaktadır. Onlarla tanışır, buluşur, genç Alparslan Türkeş. Yıl 1936 Kuleli Askeri Lisesi'ni pekiyi derece ile asteğmen olarak bitirince Ankara ve Harp Akademisi yılları başlar. 1938'de Harbiye'den mezun olur, artık O Türk Ordusu'nun genç bir teğmenidir ve Türk Milleti'nin emrindedir. Yıl 1940 Isparta'da gönlünü Muzaffer Ana'ya kaptırır ve evlenirler. Ayzıt, Umay,Selcen,Sevenbige (Çağrı) ve Yıldırım Tuğrul adlı çocuklarla çiçeklenir bu evlilik vebozkurtların Muzaffer Anası'nın 1974 yılında elim kaybından sonra 1976 yılında, Seval Hanım'la yaptığı ikinci evliliğinde de Tanrı Onu Ayyüce ve Ahmet Kutalmış adlı iki evlât daha vererek sevindirecektir. Yıl 1944 3 Mayıs Ankara'da bir gösteri veya yürüyüş eski tabirle nümayiş vardır. Türk'ün, Türklüğün ölmediğini, ölmeyeceğini ve yükselen Türkçülük bayrağının bir daha hiçbir şekilde inmeyeceğini gösteriyorlar. Hem dosta, hem düşmana... Hem devlet hizmetindeki gafillere, hem de yurda sızmağa çalışan hainlere, Asya bozkırlarında yaratılan bozkurt soyluların bozkurt torunlarının, bir kaç çakalın günü birlik menfaatleri için göz yumdukları kızıl yılanın farkında ve onun başını ezme azminde olduklarını gösterirler. Şâirin "Öz yurdunda garipsin, özvatanında parya" dediğince tutuklanır Türkçüler... Devrin dalkavuk iktidarının uyduruk nedenlerle açtığı Türkçülük-Turancılk Davası başlar. Türkçüler tabutluklara atılırlar, işkencelere uğrarlar. Türkiye'de Türk Milliyetçisi olmanın bedelidir bu... Genç Üsteğmen Alparslan Türkeş'te bunlar arasındadır. 20 Ekim 1944'te kendisini mesnetsiz "vatan hainliği" suçlamasıyla sorgulayan savcıya "Diğer sanıklar gibi bana da vatan hainliği isnad edilmiştir. Bunu şiddetle redderim. Ben yeryüzünde herşeyden çok milletimi ve vatanımı severim" diye haykırır. Ancak mahkeme tarafından, 9 ay 10 gün hapis cezasına çarptırılır ve bir yıldır hücre hapsi yattığı için tahliye edilir. Kendisine verilen cezada daha sonra Askeri Yargıtay tarafından bozulur ve 2. numaralı mahkemede beraat eder. Bu onun Türk Milliyetçisi olduğu için zindanlara ilk atılışıdır ve son olmayacaktır. Ülkücü olmak çileye talip olmaktır, nimete, ikbale değil. O da Türklük Ülküsü için zaman zaman şiddeti artan çileyi bir ömür boyu bir an bile tereddüt etmeksizin ve yakınmaksızın, çekmiş ve çile çekmeyi şeref bilmiştir. Yıl 1947 Alparslan Türkeş ve 15 diğer Türk subayı, A.B.D. Kara Harp Akademisi ve Piyade Okulu'nda iki yıllık bir süre eğitim görürler. Bu arada ülkemizden Kars ve Ardahan civarıyla Boğazlardan üs talep eden Sovyetler Birliği'nin komünizm maskesi ardına saklanmış, o eski ve değişmez "moskofluğu" ayan beyan ortaya çıkar. Bu atmosferde yurda dönen Alparslan Türkeş Gelibolu ve Çankırı'daki görevlerinden sonra 1951 yılında kurmaylık sınavını kazanır ve 1955 yılında Harp Akademisi'nden Kurmay Binbaşı olarak mezun olur. Yıl 1955 Dış görev için açılan sınavı kazanarak A.B.D. Pentagon'da NATO Türk Temsil Heyeti üyeliğine atanır. Bu arada (.........) Üniversitesi'nde Uluslararası Ekonomi eğitimi görür. 1957 yılında Türkiye'ye döner. Yıl 1959 Almanya'ya Atom ve Nükleer Okulu'na gider. Bu okulu başarıyla bitirdiğinde artık bir Kurmay Albay'dır. Yıl 1960 Tarih 27 Mayıs öteden beri örgütlenen ve memlekette kardeş kavgasını önleyerek bazı reformlar yapmayı hedefleyen Milli Birlik Komitesi'nin ülke yönetimine el koyduğunu açıklayan bildiriyi radyodan okuyan kişi ve "İhtilâl'in kudretli Albayı"dır. Kurmay Albay Alparslan Türkeş İhtilâl hükümetinde Başbakanlık Müsteşarlığı görevini üstlenir. Bu vazifesi esnasında Devlet Planlama Teşkilatı, Devlet İstatistik Enstitüsü ve Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü gibi kurum ve kuruluşları kurar. Ancak Milli Birlik Komitesi arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle, 13 Kasım 1960'ta Kurmay Albay Alparslan Türkeş ve "ondörtler" olarak bilinen arkadaşları Komite'nin diğer üyelerince emekliye sevkedilerek tasfiye edilirler ve zorla evlerinden alınıp yurtdışında görevlendirilmek bahanesiyle sürgün edilirler. O da 19 Kasım'da Türkiye'nin Hindistan Büyükelçiliği müşaviri sıfatıyla sürgüne gönderilir. 1961-62 1963 yılına kadar 2,5 yıl, yönetimi elinde bulunduranlarca Alparslan Türkeş'in Türkiye'ye dönmesine müsaade edilmez. Yıl 1963 Tarih 23 Mart Alparslan Türkeş sürgünden yurda döner. Dava arkadaşlarıyla birlikte kadro oluşturup partileşmek amacıyla "Huzur ve Yükseliş Derneği" adlı bir dernek kurar. Kısa bir süre sonra Talat Aydemir'in giriştiği darbe teşebbüsüne karıştığı iddiası ile tutuklanır ve Mamak Askeri Cezaevi'nde dört ay hücre hapsinde yatar, yargılanır ve beraat eder. Yıl 1965 Tarih 31 Mart saat 11:00 de Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne katılır. Kısa bir zaman sonra 1 Ağustos 1965 tarihinde Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Büyük Kurultayı'nda Genel Başkan seçilir. Aynı yıl yapılan genel seçimlerde Ankara milletvekili olarak parlamentoya girer. Yıl 1969 Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin adı Milliyetçi Hareket Partisi amblemi de Üç Hilâl olarak değiştirilir. O yıl yapılan genel seçimlerde Adana milletvekili seçilir. 31 Mart 1975-13 Haziran 1977 ve 1 Ağustos-31 Aralık 1977 tarihleri arasında Süleyman Demirel başkanlığında kurulan I. ve II. Milliyetçi Cephe koalisyon hükümetlerinde MHP Genel Başkanı olarak, Başbakan Yardımcılığı ve Devlet Bakanlığı yapar.Ülkü Ocakları, Büyük Ülkü Derneği ve diğer mesleki örgütlenmeler başlar. 1968 yılından itibaren marksist ve bölücü gençlik hareketleri üniversitelerde yuvalanır ve üniversite özerkliğinden istifade ederek buraları silah, cephane deposu, "Komünist Devrim" için üs haline getirirler. Üniversiteler işgal altındadır. Her yer Lenin'in Stalin'in Mao'nun resimleri ve komünist sloganlarla doludur. Komünist yeraltı örgütleri "şehir gerillası" mı "kır gerillası" mı tartışmaları yapmakta okullara kendilerine tabi olanlardan başka hiç kimseye hayat hakkı tanımamaktadırlar. Bunun üzerine Başbuğ Alpaslan Türkeş toplanan çok az sayıdaki gence verdiği seminerlerle onları komünizm konusunda aydınlatmağa ve alternatif olarak da Türk Toplumculuğunu, Türk Milliyetçiliğini anlatır. Kısa zamanda çoğalan gençler örgütlenmeğe başlarlar. Doktriner Türk Milliyetçiliği safhası başlamıştır. Türk Milliyetçileri Dokuz Işık, dokuz prensip etrafında toplanırlar. Bu gelişmelerden rahatsız olan Türklük ve Türkçülük düşmanları özellikle de Komünist örgütler kendilerine okulda, fabrikada, köyde, kentte, dağda her yerde ama heryerde karşı çıkıp mücadele eden Ülkücü Hareket'e karşı savaş ilan ederler ve 12 Eylül 1980'e kadar 5000 civarında Ülkücüyü şehit ederler. Devlet'in zaaf içinde olduğu düşünülen "zinde güçler"i birşeylerin daha doğrusu ihtilâlin şartlarının "olgunlaşması" için daha fazla kanın akmasını beklemektedirler. Başbuğ için 1978, 1979, 1980 yılları bir çoğunu bizat kendisinin yetiştirdiği binlerce ülküdaşının komünist çetelerce katledilişini gördüğü, kan ağlayan bir yürekle her şeye rağmen kaybetmeriği soğukkanlılığıyla bir iç savaşı önlediği ızdırap dolu yıllardır. Yıl 1980 12 Eylül sabahı pusudakiler yeterince olgunlaşan şartların neticesi ihtilâllerini yaparlar. Başbuğ Alparslan Türkeş ve Türkiye'nin komünist bir ihtilâle kurban olmasını engelleyen Ülkücü Hareket sanık sandalyesinde, idam sehpalarındadır. Mamaklar ve C5'ler bu sürecin şekillendiği mekânlardır. Başbuğ 12 Eylül'den üç gün sonra saklandığı yerden ortaya çıkıp teslim olur. c**ta tarafından tutuklunan Başbuğ, önce 1 ay Uzunada'da daha sonrada Ankara Askeri Dil Okulu'nda ve hastalandığı dönemde de Mevki Hastahanesi'nde 4,5 yıl hapis yatar. O ve 218 Ülkücünün idamı istenilir, 9 Nisan 1985'de beraat eder ve tahliye olur. Yıl 1987 Tarih 6 Eylül, yapılan referandum neticesi diğer siyasilerle birlikte Başbuğ'a da konulan siyaset yapma yasağı kalkar ve Başbuğ Milli Ülküyü iktidar yapmak davayı kitlelere anlatmak için yine meydanlardadır. Yıl 1987 Tarih 4 Ekim, Milliyetçi Çalışma Partisi olağanüstü kongresinde Genel Başkan seçilir. Yıl 1991 20 Ekim 1991 Genel Seçimleri'nde MÇP'nin RP ve IDP ile yaptığı seçim ittifakı neticesi Yozgat milletvekili seçilir. Başbuğ, son kez T.B.M.M.dedir. Bu dönemde ülkemizi kasıp kavuran bölücü teröre karşı en etkili mücadeleyi O gerçekleştirir. Yıl 1992 27 Aralık 12 Eylül'ün kapattığı partilerin tekrar açılabilmesini sağlayan değişiklikler neticesi toplanan MHP'nin son kurultay delegeleri, MHP'nin isim ve amblemini MÇP'nin kullanabilmesine karar verirler. Yıl 1992 Tarih 24 Ocak, MÇP'nin 4. Olaganüstü Kurultayı toplanır ve partinin adını MHP, amblemini Üç Hilal olarak değiştirir. Ve Yıl 1997 Tarih 4 Nisan... Karlar altında milyonlarca ağlayan insan... İnsanlar vardır, ölür, insanlar vardır Hak'ka yürür. Başbuğ Alparslan TÜRKEŞ Hak'ka yürüdü. Sanılmasın ki, yüreğimizde tutuşturduğu alev küllendi. Yetiştirdiği milyonlarca ülkücü, o kara günde, o yıkılası Nisanda, tek yürek oldu, yeniden doğdu. Milyonlarca Bozkurt o gün, tek bilek, tek beyin, tek kalem oldu ve şu satırları beyinleri ile birlikte, açılan anı defterine, asla silinemeyecek şekilde kazıdı. 'Rahat uyu Başbuğum. Emanet'ini bir namus belleyip koruyacağız. Senden aldığımız bayrağı işaret buyurduğun yere mutlaka ve mutlaka asacağız.' Başbuğlar ölmez, Çiçi-Yabgu, Mete Han, Bilge Kağan, Alparslan, Fatih, Atatürk, Atsız, Elçibeğ, ve daha niceleri. Hiç biri ölmedi. Son Başbuğ TÜRKEŞ. O bir İnsan, o bir Hilal, o bir Bayrak, o bir Bozkurt, o bir Lider, o bir Güneş, o bir Başbuğ idi. MEKAN'I CENNET OLSUN... Hava Soğuktu ve Kar Yağıyordu... Evet. soğuk bir Nisan akşamıydı... Ankara'da lüks bir otelin önünde hareketlenmeler arttı. Siyah bir Mersedes kapıya yaklaştı...Otelden çıkan yaşlı adam biraz yorgun fakat yaşından beklenmeyecek dinç adımlarla arabaya yaklaştı. Buyrun Başbuğum... Yaşlı lider arabanın arka koltuğuna oturdu. Oldukça yoğun ve yorucu bir günün sonundaki bu nişan töreni onu daha fazla yormuştu... Araba hareket etti. Nisan ayına göre oldukça soğuk bir hava vardı dışarda ve ara sıra da kar atıştırıyordu. Araba Ankara'nın caddelerinde hızla ilerlemeye başladı. Yaşlı bilge lider pencereden dışarı karanlığa doğru bakıyor, hiç konuşmuyordu. Birden terlediğini farketti. Soğuk bir terdi bu... Şofore seslendi; - Evladım sıcak oldu. Şu kaloriferi kapatıver.. - Başüstüne efendim. Gözü yine dışarıda idi.. Karanlığın içine doğru uzaklarda birşeyler görmek istercesine dalgın dalgın bakıyordu... Aniden göğsünün tam ortasında bir basınç hissetti. Ardından şiddetli bir ağrı buna eşlik etti. Nefes almakta bir an zorlandı. Gömleğinin üst düğmesini çözdü ve kravatını gevşetti. Kısık bir sesle; "Kendimi pek iyi hissetmiyorum" dedi... Olağandışı bir durum olduğu ortada idi. Araba ani bir manevra ile en yakındaki Çankaya Hastanesi'ne yöneldi. Yaşlı ve bilge lider yine pencereden dışarı karanlığa bakıyordu. Hava soğuktu ve kar atıştırıyordu... İri bir kar tanesi gökte süzüldü, süzüldü ve siyah Mersedes'in arka yan camına kondu. Yaşlı ve bilge lider kar tanesine baktı. Beyaz kar tanesi büyüdü, büyüdü... Şimdi tüm dünya o kar tanesindeydi adeta... Ak sakallı ve nur yüzlü bir ihtiyar gülümsüyordu oradan... - "Vakit tamam galiba" dedi bilge lider.. Ak sakallı, nur yüzlü ihtiyar başını hafifçe salladı. Bir nur huzmesi arabayı içine aldı... - "Daha yapacak çok şey vardı" diye geçirdi içinden bilge lider. Buna rağmen içinde tarif edemeyeceği bir huzur vardı... - Sen dünya imtihanını başarı ile verdin. Çok güzel işler yaptın. Kalan işleri senin yetiştirdiğin milyonlar tamamlayacak. Ak sakallı, nur yüzlü ihtiyar gülümsüyordu... Yaşli ve bilge lider başını arkaya doğru yasladı. 80 yıla sığan bir ömrün, çekilen çilelerin, verilen mücadelelerin, tabutlukların, cezaevlerinin sonuna gelmişti. 40'larla başlayan, binlerle devam eden ve milyonlara ulaşan bir büyük davanın bayraktarı artık bayrağı devrediyordu. Hava soğuktu ve kar yağıyordu... Yaşlı ve bilge liderin gözü yine o kar tanesinde idi. Binlerce, milyonlarca kalabalık ona bakıyor, el sallıyordu. Ay-yıldızlı, üç hilalli ve bozkurtlu bayraklar dalgalanıyor; tuğlar rüzgarda uçuşuyordu... Derinden gelen bir marş ilahi nağmelerine karışıyordu... "Çırpınırdın Karadeniz Bakıp Türk'ün Bayrağına, Ah ölmeden bir görseydim Düşebilsem Toprağına..." Sesler derinleşti, bayraklar, tuğlar, tuğlar, binlerce-milyonlarca kalabalık küçüldü, küçüldü ve tüm Dünya o kar tanesinde kayboldu gitti... Sonrası sessizlik, nurlu bir aydınlık ve huzurdu... - Başbuğumuz öldü! diye haykırdı genç bir adam. Bayındır Hastanesi'nin yoğun bakımında saatlerdir uğraşan doktorlara aldırmaksızın ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyar genç adama yaklaştı. - "Alparslan Türkeş öldü", dedi. -Her fani gibi ölümü o da tattı.. Ama şunu unutma, başbuğ ölmedi,ölmeyecek. Başbuğ ancak onun sizlere verdiği bayrak yere düşerse ölür.. Ak sakallı, nur yüzlü ihtiyar birden ortadan kayboldu... Hava soğuktu ve kar yağıyordu... Ankara'nın caddelerini, sokaklarını dolduran milyonlar yağan kara ve soğuğa aldırmadan Ay-yıldızlı bayrağa sarılı tabutun ardından tekbir sesleri ile yürüyordu. Milyonların yüreklerinin derinliklerinden gelen haykırışlar Başkent semalarını dolduruyordu: - Başbuğ ölmez, vatan bölünmez!... Gökten süzülen iri kar tanesi kalabalığın önündeki tabutun üstüne yıldızın tam ortasına bir gelin süsü gibi kondu. Tabutun yanında ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyar bağırıyordu: - Ya Allah!, Bismillah!, Allahuekber!.. Evet, Ankara'da hava soğuktu ve kar
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|